Cumhuriyet Halk Partisi
TARİHÇE
Giriş ve Kısa Özet
CHP, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde 9 Eylül 1923’te önce “Halk Fırkası” adıyla kurulmuştur. 1924 yılında “Cumhuriyet Halk Fırkası”, 1935 yılında ise “Cumhuriyet Halk Partisi” adını almıştır. 1927 yılında “Cumhuriyetçilik”, “Halkçılık”, “Milliyetçilik” ve “Laiklik” CHP’nin dört temel ilkesi olarak benimsenmiştir. 1935 yılında “Devletçilik” ve “Devrimcilik” ilkeleri de eklenerek Partinin ilkeleri altıya çıkarılmıştır. Partinin amblemi olan 6 ok bu ilkeleri simgelemektedir.
CHP, kurucusu ve ilk Genel Başkanı Atatürk’ün önderliğinde ulusal bağımsızlığı kazanan, Cumhuriyeti kuran, saltanatı kaldıran, hilafete son veren ve Ulusal Birliği sağlayan Partidir. Hukuk ve eğitim gibi toplumsal alanlarda gerçekleştirdiği reformlarla çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni biçimlendirmiştir. Ulusal sanayinin ve ekonominin gelişmesine öncülük etmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında tek parti konumunun tüm olanaklarına karşın, çok partili rejime geçişi sağlayarak Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde de öncü misyonunu sürdürmüştür.
1950’li yıllarda üstlendiği muhalefet göreviyle demokratik bir rejimde muhalefetin kurumsallaşmasına da öncülük etmiştir. Bu kapsamda parlamenter demokratik rejimin kurumsallaşmasına dönük değişimleri gerçekleştirme ve temel hak ve özgürlükleri geliştirme mücadelesi vermiştir. 1960’lı yıllarda Türkiye’nin yaşadığı modernleşme sürecinin yansımaları olarak ortaya çıkan göç, kentleşme, sanayileşme gibi dinamikler çerçevesinde toplumsal sınıfların olgunlaşmasıyla birlikte CHP sola açılarak kendisini siyaset yelpazesinde “ortanın solu”nda konumlandırmıştır. 1970’li yıllarda ideolojisini “demokratik sol” kavramıyla tanımlayan CHP, önerdiği sosyal reformlarla “düzen değişikliği”ni hedeflemiştir. Bu süreçte CHP, “devlet partisinden” “halkın partisine”, düzen partisinden” “değişimin partisine” dönüşmüştür.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kurma ve ülkemizin en köklü partisi olma gibi sahip olduğu ayrıcalıklı tarihsel miraslarıyla, geleneğini ve temellerini en iyi şekilde temsil eden ilkelerin yanı sıra sosyal demokrasinin evrensel ilkelerini de benimseyen CHP bu çerçevede Uluslararası ölçekte faaliyetlerini sürdüren Sosyalist Enternasyonal ve Avrupa Sosyalistler Partisine de katılım sağlamıştır. Çağdaş sosyal demokrasinin evrensel değerleri olan “özgürlük, eşitlik, dayanışma, emeğin üstünlüğü, gelişmenin bütünlüğü ve etkinliği ile demokratikleşme” kavramları içinde bulunduğumuz dönemde CHP’nin Türkiye’de kurumsallaştırmaya çalıştığı ve Programlarında önemle vurguladığı başlıca ilkeler arasında yer almaktadır.
Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Kuruluşu
Kurucumuz Gazi Mustafa Kemal Atatürk, CHP’nin 4. Kurultayı’nda, Ankara, 9 Mayıs 1935
Mustafa Kemal Atatürk CHP’nin kurulmasına ilişkin ilk açıklamasını 6 Aralık 1922 tarihinde yapmıştır ve “Halk Fırkası” adını kullanmıştır. Bilindiği üzere Büyük Atatürk, Kurtuluş Savaşı henüz bitmeden, Ülkenin geri kalmışlığını ve çöküş tehlikesini ortadan kaldırmak, çağdaş ve ileri bir toplum yaratmak amacıyla devrimler yapmayı planlıyordu. Bu amaçlara ulaşmak ise ancak gücünü halktan alan ve belirli bir program dahilinde bu amaçları gerçekleştirmeye odaklanmış bir siyasal parti ile mümkün olabilirdi. Mustafa Kemal Atatürk parti kurma niyetini şu sözlerle ifade etmiştir:
“…Milletin her sınıf halkından, hatta İslam dünyasının en uzak köşelerinden bana ebedi olarak iftihar duyacağım şekilde gösterilen teveccüh ve itimada layık olabilmek için en mütevazı bir millet ferdi sıfatiyle hayatımım sonuna kadar vatanın hayrına vakfeylemek emeliyle barıştan sonra Halkçılık esası üzerine dayanan ve Halk Fırkası adıyla siyasi bir fırka kurmak niyetindeyim”.
Mustafa Kemal Atatürk’ün bu konuşmayı yaptığı tarihlerde Kurtuluş Savaşı yeni sona ermiş, Mudanya Ateşkes Antlaşması yeni imzalamış, Saltanat yeni kaldırılmış ve Lozan Barış görüşmeleri yeni başlamıştır. Aynı zamanda TBMM’de gruplaşmalar çoğalmış ve siyasal yaşamda siyasal partilere gereksinim duyulmaya başlanmıştır. 6 Aralık 1922 tarihinde basına yaptığı açıklamada yeni bir döneme girildiğini belirten Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi, izleyen dönemdeki çağdaşlaşma sürecinde de milletin yardımını ve aydınların da katkısını istiyordu.
Atatürk bu konuşmanın hemen sonrasında bir yurt gezisine çıkmıştır. Gezi sırasında yaptığı bir konuşmada kuruluş yıllarında Halk Fırkasının temel felsefelerinden birini oluşturacak şu ifadeye yer vermiştir:
“Bence, bizim milletimiz birbirinden çok farklı menfaatleri takip edecek ve bundan dolayı da mücadele halinde buluna gelen çeşitli sınıflara malik değildir. Memleketteki sınıflar birbirlerine lazım olan ve birbirlerini tamamlayıcı ve bütünleyici mahiyettedir. Onun için de Halk Fırkası bütün sınıfların haklarını, yükselme sebeplerini ve saadetini sağlamak yolunda çalışmalarda bulunacaktır”.
Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Atatürk yaptığı konuşmada, Halk Fırkası’nın sınıf temeli üzerine kurulmayacağını, sınıf ayrımı yapılamayacağını ve tüm sınıfları kapsayan bir parti olacağını belirtmektedir. Bu konuşma, Kurtuluş Savaşı sonrası Türkiye’sinde ortaya çıkan ve 10’ncu Yıl Marşı’nda da ifadesini bulan “imtiyazsız, kendine güvenen toplum, kaynaşmış kitle” arayışına, parti yoluyla cevap oluşturma ve ulus devlete yönelişin bir habercisi gibidir.
8 Nisan 1923 tarihinde ise, Mustafa Kemal Atatürk, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı sıfatıyla, bir bildiri yayınlamıştır. Dokuz maddeden oluştuğu için 9 umde (ilke) olarak anılan bu metin, bir “seçim bildirgesi”dir. Bu seçim bildirgesi, aynı zamanda, kurulacak parti için de bir program hazırlığı niteliğini taşımaktadır.
Daha sonra Mustafa Kemal Atatürk ve partinin kuruluşunu destekleyen milletvekilleri, tüzük hazırlıklarına başlamışlardır. Hazırlanan tüzükte, “Halkçılık”, “Cumhuriyetçilik” ve “Milliyetçilik” temel ilkeler olarak benimsenmiş; “Ulusal Egemenlik”, “Devrim” ve “Hukukun Üstünlüğü” kavramlarına da yer verilmiştir.
Bu gelişmelerden sonra “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti”, “Halk Fırkası”na dönüştürülmüş ve Mustafa Kemal Atatürk, 9 Eylül 1923’te İçişleri Bakanlığı’na başvurarak, “Halk Fırkası”nın kuruluşunu bildirmiştir.
CHP’nin partileşme sürecindeki gelişim çizgisinin de ortaya koyduğu gibi, Cumhuriyet Halk Partisi, Kurtuluş Savaşı’nı örgütleyen ve yürüten “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti”nin devamıdır. Başlangıçta “Halk Fırkası” olan partinin adı, 1924 yılında “Cumhuriyet Halk Fırkası”, 1935 yılında da “Cumhuriyet Halk Partisi” olarak değiştirilmiştir.
Altı İlke
Devrimlerin gelişim sürecine paralel olarak, CHP’nin 6 ilkesi de aşamalı bir şekilde parti programına girmiştir. 1927 yılında toplanan CHF Kurultayı’nda kabul edilen Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık ve Laiklik ilkelerine, 1931 yılında toplanan CHF Kurultayı’nda Devletçilik ve İnkılapçılık ilkeleri eklenmiştir. 1935 yılındaki CHP Kurultayı’nda ise, bu ilkeler Kemalizm olarak tanımlanmıştır. 5 Şubat 1937 tarihinde ise 6 ilke Anayasa’ya girmiştir. CHP’nin 1938 yılında yayınlanan “Onbeşinci Yıl Kitabı” adlı bir resmi yayınında “Milliyetçilik” şöyle tanımlanmaktadır: “Türkiye Cumhuriyeti dahilinde Türk dili ile konuşan, Türk kültürü ile yetişen, Türk ülküsünü benimseyen her vatandaş hangi din ve menşeden olursa olsun Türk’tür. (…) Yeni Türk milliyetçiliğine göre, Türk milleti büyük insanlık ailesinin yüksek ve şerefli bir uzvudur. Bu itibarla bütün insanlığı sever ve milli menfaatine ilişilmedikçe başka milletlere karşı düşmanlık beslemez ve telkin etmez”. CHP’nin “Devletçilik” anlayışı ise iki temele dayandırılmıştır: Bizzat devletin kuruculuğu ve yapıcılığı ile yapılması özel sektöre bırakılan işlerin düzenlenmesi ve kontrolü. Devletçiliğin gerekçesi ise Onbeşinci Yıl Kitabı’nda şöyle açıklanmıştır: “Asırlarca yabancı milletler tarafından istismar edilen Türk milletinin ekonomik istiklalini temin edecek, milleti ecnebi fabrika mahsullerine müşteri olmaktan kurtaracak, yurdun iptidai maddelerini yok pahasına satıp onların ecnebi mamullerini çok pahalı bir fiat ile satın almaktan çıkaracak yol, ancak Devletçilik prensiplerini kabul ve tatbik ile mümkün olabilirdi. Yeni Türk devleti bunu temin için en esaslı tedbirlerini aldı. Milli endüstrinin kuvvetlenmesi için dış pazarlardan yurda gelecek mallara yurttan çıkan malların rekabetini tanzim etmek ve yeni kurulan fabrikaların kuruluş senelerine mahsus zaruri olarak yaptıkları fazla masraflar dolayısile maliyet fiatındaki yükseklikten doğan nisbî pahalılığı korumak için dahili sanayi himaye etmek lazımdı. Bu, hariçten gelecek mallara fazla gümrük resmi koymak, ecnebi malların ithalatını tahdit ve tanzim etmekle mümkün olabilir. Bu himaye prensibi Büyük Millet Meclisi’nin vazettiği kanunlarla temin edildiği gibi Devletin tanzim edici elinin dış ticarete de müdahale etmesi sayesinde ithalat, ihracat ve tediye muvazeneleri temin edilmiş ve dünya piyasalarında Türk toprak mahsullerinin yeri gittikçe genişlemiştir. … Cumhuriyet Halk Partisi’nin Devletçiliği, hususi ve ferdi teşebbüs ve faaliyetlere imkan vermeyen, mülkiyet haklarını tanımayan ve bütün iktisadi faaliyetlerle her türlü istihsal vasıtalarını Devlet elinde teksif eden Kolektivist ve toptan Devletçilikle asla alakalı değildir”. CHP’nin Onbeşinci Yıl Kitabı’nda “Laiklik” ilkesi ve laikleşme süreci şöyle tanımlanmıştır: “Türkiye Cumhuriyeti, dinlerden ve dinlerin koyduğu naslardan değil hayatın kendinden ve onun müspet icap ve ihtiyaçlarından mülhem olarak işleyen bir devlet mekanizmasıdır. Devlet ve dünya işlerinde dinin hiçbir tesiri yoktur. İşte bu prensibe Laiklik derler. … Cumhuriyetin şer’i mahkemeleri kaldırarak ve Medeni Kanunu koyarak adli birliği, medreseleri ilga ederek tedrisat birliğini yapması; cemiyetin yetiştirici ve yaşatıcı şartları arasından dinin tesirini kaldırması demektir. Böylece amme haklarının en mühimlerinden biri olan vicdan hürriyeti, Laiklik sayesinde en geniş ve ideal bir şekilde temin edilmiştir. Bir cemiyetin üstünlüğü ve medeniliği için birinci şart olan vicdan hürriyeti, her ferdi manevi hususlarda kendi idrak ve imanına bırakarak ferdi inanışla devletin ve cemiyetin umumi yürüyüşünü köstekleyici bütün bağları koparıp atmıştır. Milli ve içtimai hayatta ferdin, dinsiz, şu veya bu itikat sistemine mensup oluşu; milli ve içtimai vazifesi bakımından ne bir kusur, ne de bir fazilet sayılamaz. Türkiye’de dinin dünya işlerinden ayrı tutulduğu, Laikliğin ilan olunduğu andan itibaren hiç kimse, hiçbir ibadete icbar edilemez ve hiç kimse, vicdanının ilhamı ile kabul ettiği ibadetten men olunamaz. Bu geniş ve yüksek anlayışın hududu içinde köhne, yıpratıcı ve en yüksek içtimai heyetleri bile sukut ettirici tekke, tarikat gibi irticai zihniyet mümessillerinin girmesine tabiatile imkan yoktur”. CHP’nin “Cumhuriyetçilik” anlayışına göre egemenliğin kaynağı halktır. Bu kapsamda tarihimizdeki en köklü dönüşüm olan Cumhuriyet Devrimi, “saltanat”ın yıkılmasını ve yerine “milli iradenin” getirilmesini amaçlamıştır. Böylelikle “tebaa”nın yerini “yurttaş” almıştır. CHP’nin Cumhuriyetçilik anlayışına göre Türkiye Cumhuriyeti bir ilke ve ideal beraberliği üzerinde kurulmuştur. Cumhuriyet, gücünü, bu beraberliği oluşturan tüm insanların, hukuk ve hakları ile eşitliği ve bütünlüğü ilkesinden almaktadır. Yurttaşlık herkes için ortak temel öğe ve “hak alanı” olarak esas alınan temel bir kavramdır. CHP’nin “halkçılık” anlayışı ise siyasal meşruiyetin temelini halkta bulabilmektedir, ekonomik ve siyasal imtiyazların kaldırılmasıdır, sahipsizlerin sahibi olmaktır, çözümleri halk için, halkla beraber bulmaktır. CHP’nin “devrimciliği” ise yukarıda geniş olarak ifade edildiği gibi barış içinde kökten değişimdir, çağı paylaşmadır, geleceğe atılımdır. Çağdaş düşüncelere açılarak yenilikleri kavrayıp benimsemektir; bunu süreklilik içinde bir yaşam ve yönetim biçimine dönüştürmektir. Kuralları ve kendini sorgulayarak, daha iyiye ve doğruya ulaşmanın yollarını açmak, bu çerçevede gelişimin yöntem ve araçlarını oluşturmaktır. Bu anlayışla, CHP, halkla birlikte, halktan güç ve yetki alarak, demokratik hukuk devleti kurallarına ve barışçı yöntemlere bağlı kalarak devrimciliği sürdürür.
CHP Avrupa’nın Faşistleriyle Değil, İlerici ve Demokrat Partileriyle İlişkilerini Geliştirmiştir
CHP 12–15 Ağustos 1933 tarihlerinde Sofya’da toplanan 9’uncu Radikal Demokratlar Kongresi’ne katılmıştır. Daha önceki yıllarda da radikal demokratların bir kongresine (1927) CHP Genel Sekreteri Saffet Bey (Arıkan) “müşahit” olarak katılmıştır. CHP’nin 1927 tarihli Büyük Kongresi’nde, radikal partilerin oluşturduğu birliğe doğrudan katılma fikri reddedilmiştir. Ancak, 1933 tarihinde yapılan kongreye katılmalarından da anlaşılacağı üzere, CHF bu kongrelere “müşahit” olarak katılmaya devam etmiştir. Sofya’da toplanan kongrede; işsizlik, işçi ücretleri ve gümrük duvarları konuları ele alınmıştır. Gümrük duvarlarının kaldırılması, Avrupa gümrük birliği ve tek paralı uluslar arası bir bankanın kurulması Avrupa Federasyonu için aşamalar olarak önerilmiştir. Kongrede alınan siyasal kararlar ise; “Demokrat bir hükümet usulünün memleketlerin içtimai teşkilatında manevi ve fikri teşriki mesaiyi mümkün kılacağı, çünkü ancak böyle bir usulün bütün vatandaşların kanun önünde beraberliğini, mahkemelerin istiklalini ve söz ve matbuat hürriyetini temin eyliyeceği” belirtilmektedir. Radikal ve Mümasili Fırkaların Beynelmilel İtilafı’nın Avrupa’da yükselen totaliter rejimler karşısında ilerici ve demokrat Avrupa’yı savunmaları, Avrupa Birliği’nin temellerini teşkil edecek fikirleri gündeme getirmeleri son derece önemlidir. Türkiye’deki Kemalist iktidarı temsil eden CHP’nin bu örgütle ilişki içerisinde olması, Cumhuriyetin kurucularının fikri temellerinin ortaya konması açısından anlamlıdır.
2. Dünya Savaşı Genel Eğilim Totaliter Rejimler iken, CHP Türkiye’yi Demokrasiye Taşımıştır
Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arası dönemde dünyada yaşanan genel eğilim totaliter (faşist ve komünist) rejimlerin yükselişte olmasıdır. Kemalist Türkiye’nin bu tarz partilerle ilişki kurmak yerine radikal/ilerici ve demokratik partilerle ilişki kurması ve dünya konjonktürünün tersine iki kez çok partili rejim denemesinde bulunması ve iktidarı kaybetme pahasına çok partili rejimi üçüncü denemede başarması dikkat çekicidir. Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasındaki dönemde demokratik ülkelerin sayıları hızla azalmıştır. Nitekim 1922 yılında 64 bağımsız devletten 29’u demokratik (yüzde 45,3) ülke niteliğinde iken, 1942 yılında 61 devletten sadece 12’si demokratik (yüzde 19,7) rejimlere sahiptir. Demokratik ülkelerin oranı 1922–1942 arasındaki dönemde yüzde 56,6 azalmıştır. Anılan dönemde dünyada genel eğilim hızla totaliter rejimlere geçiş yönünde iken, Türkiye’nin yılmadan çok partili rejime geçme çabalarının ve demokratikleşme girişimlerinin önemle altı çizilmesi gerekmektedir. CHP’nin Ülkemizin Çağdaşlaşma sürecindeki misyonunun doğru okunması ve anlaşılması açısından bu dönemde yaşananların doğru çözümlenmesi büyük önem taşımaktadır.
CHP’nin Millet ve Milliyetçilik Anlayışı Hiçbir Zaman Irk Temeline Dayalı Olmamıştır
Yeni Türkiye’nin millet ve milliyetçilik anlayışı, 1924 Anayasası’nda net bir şekilde yer almaktadır. Anayasanın 88’nci maddesi şöyledir: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın Türk itlak olunur. Türkiye’de veya hariçte bir Türk babanın sulbünden doğan veyahut Türkiye’de doğup da memleket dâhilinde ikamet ve sini rüşde vusülünde resmen Türklüğü ihtiyar eden veyahut vatandaşlık kanunun mücibince Türklüğe kabul olunan herkes Türktür. Türklük sıfatı kanunen muayyen olan ahvalde izahe edilir”. Anayasa TBMM’de tartışılırken millet ve milliyetçilik konusunda iki milletvekili iki farklı önerge vermiştir. İki değişiklik önergesi de TBMM’ce kabul edilmemiştir. Bunlardan birincisi Mersin milletvekili Niyazi Bey’in önergesidir: “Efendim, kanunun birçok yerinde Türkiye kelimesi vardır. Kanuni Esasi Encümeni ile de görüştük. Onlar da bunu kabul ediyorlar. Teb’aya Türk dedikten sonra Türkiye demek doğru değildir. Esasen Türkiye tabiri İtalyancadan alınmıştır ve Arabca bir kelimedir. Buna hiç mahal yoktur. Türk devleti; Türk Teb’ası, Türk Büyük Millet Meclisi, hepsi Türk, hepsi müsavidir. Binaenleyh Türkeli suretinde tashihini teklif ediyorum”. TBMM başkanlığına verilen diğer değişiklik önergesi Konya milletvekili Naim Hazım’a aittir: “Maddenin birinci fıkrasındaki Türk kelimesinin Türkiyeli şeklinde tadil ve diğer fıkralarının da buna göre tashih ve tanzimini teklif ederim”. Atatürk, 1930 yılında hazırladığı Medeni Bilgiler kitabında, millet kavramını çağdaş değerler temelinde ve ırkçılık dışında şöyle tanımlamıştır: “Millet; dil, kültür ve ülkü birliğine dayanan siyasal ve sosyal bir topluluktur”. Yine aynı kitapta Atatürk, “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” derken, milleti oluşturan unsurlar arasında ırkı ve dini saymamış, ülkedeki tüm etnik grupları kapsayan bir üst kimlik milliyetçiliği tanımı yapmıştır.
Laiklik
“Acılar gördük. Bunun nedeni, dünyanın durumunu anlayamadığımızdır” Millet kavramının yanı sıra, Laiklik kavramı da dönemin resmi metinlerinde tanımlanmıştır: 1938 tarihli On Beşinci Yıl Kitabı’nda şu tanıma yer verilmektedir: “Türkiye Cumhuriyeti, dinlerden ve dinlerin koyduğu naslardan değil hayatın kendinden ve onun müsbet icap ve ihtiyaçlarından mülhem olarak işleyen bir devlet mekanizmasıdır. Devlet ve dünya işlerinde dinin hiçbir tesiri yoktur. İşte bu prensibe laiklik derler”. Laiklik konusu günümüzde olduğu gibi, 1930’lar Türkiye’sinde de önemli bir yer teşkil ediyordu. 1933 yılında Bursa’da meydana gelen bazı olaylar üzerine Adalet eski Bakanı Mahmut Esat Bey (Bozkurt) ilginç bir öneride bulunmaktadır: “Bence bugün dahi halli lazım gelen bir cihet vardır. Diyanet işlerinin yavaş yavaş devlet bütçesinden ayrılması, yalnız devletin yüksek nezareti altında, fakat hususi varidatla, mesela Kanunu Medeniye uygun tesisatla idare edilmesi icap eder. Vaizlerin büyük şehir imamlarının Darülfünun ilahiyat şubesi mezunları olması ve lisan bilir kimseler arasından seçilmesi lazımdır. Küçük şehir imamlarının ise mevkileri ile mütenasip bir tahsil görmeleri Layikliği anlamaları çok faidelidir”. Geç bir modernleşme ve laik bir ulus inşa etme hareketi olarak da tanımlanabilecek olan Türk Devrimi’nin dünyevileşme ve uygarlık bağlamındaki bakış açısını Atatürk, 1925’te Kastamonu’da yaptığı konuşmada şöyle ifade ediyordu: “Acılar gördük. Bunun nedeni, dünyanın durumunu anlayamadığımızdır. Düşüncemiz, anlayışımız uygar olacaktır. Şunun bunun sözüne önem vermeyeceğiz. Uygar olacağız. Bununla övüneceğiz. Bütün Türk ve İslam dünyasına bakınız. (…) Bizim de şimdiye değin geri kalmamız ve sonunda son yıkım çamurunda batışımız bundandı. Beş altı yıl içinde kendimizi kurtarmışsak, bu anlayışımızdaki değişikliktendir. Artık duramayız; ne olursa olsun ileriye gideceğiz. Geriye hiç gidemeyiz. Çünkü ileri gitmek zorundayız. Ulus açıkça bilmelidir; uygarlık öyle güçlü bir ateştir ki ona aldırmaz olanları yakar ve yok eder. İçinde bulunduğumuz uygarlık ailesinde yaraştığımız yeri bulacak ve onu koruyacak, yükselteceğiz. Gönenç, mutluluk ve insanlık bundadır”. 200 yıllık modernleşme tarihimizin en köklü ve en radikal değişimlerinin yaşandığı dönem, Tekeli-İlkin’in “Köktenci Modernite Projesi” dediği 1923–1950 yılları arasıdır. Bu dönem, tek parti yönetiminin egemen olduğu ve Atatürk’ün liderliğinde (1938’e kadar) Türk Devrimi’nin gerçekleştiği dönemdir. Söz konusu dönemde; geleneksel toplumun kurumlarının yerini modern toplumun kurumları almaya başlamıştır. Gelenekselliği sembolize eden tarım ekonomisinin, dinsel-monarşik devlet yapısının, dinsel cemaatlere dayalı toplum yapısının ve kırsal toplum yapısının yerini sanayileşme, ulus-devlet, aydınlanma, bireyselleşme, kentleşme, kurumsallaşma gibi modernleşme kavramları ve olguları almaya başlamıştır.
2017 Anayasa referandumu ve tek adam rejimi
16 Nisan 2017’de yapılan meşruiyeti tartışmalı referandumda %51,4 oranında evet oyuyla anayasa değişikliği kabul edilerek parlamenter demokrasi yerine tek adam rejimine geçildi. Cumhuriyet Halk Partisi’nin yoğun uyarılarına rağmen yapılan bu değişiklikle güçler ayrılığı yok edilmiş, TBMM zayıflatılmış, tüm siyasi erkler tek elde toplanarak 140 yıllık parlamenter demokrasi geleneği ve tecrübesi bir kenara atılmıştır.
Referandum, 20 Temmuz Darbesi koşullarında, olağanüstü hal yetkilerinin serbest, eşit ve adil seçim şartlarını yok edecek şekilde kullanılması suretiyle yapılmıştır. Yüksek Seçim Kurulunun mühürsüz oyları geçerli saymasıyla da esaslı bir meşruiyet sorunu yaşayan bu referandumla ortaya çıkan tek adam rejimi karşısında Cumhuriyet Halk Partisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri sahip olduğu demokrat ve ilerici misyonuyla demokrasiyi, adaleti, hukuk devletini ve eşitliği savunan halk kitlelerinin önderliğini yapacak, Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin liderliğini üstlenecekti.
Referandum boyunca hayır kampanyasının ana omurgasını oluşturan CHP, demokrasi, adalet ve hukuk devleti ekseninde bir araya gelen “hayır buluşmasının” öncüsü olmuş, bu ittifak sonraki yıllarda büyüyerek gelişecek olan demokrasi ittifaklarının sandıktaki ilk deneyimi olarak tarihe geçmiştir.
2019 Yerel Seçimleri: “Her Şey Çok Güzel Olacak”
31 Mart 2019’da yapılan yerel seçimler, hem 2000’li yıllarda Türkiye siyasetinin bir dönüm noktası olması açısından, hem de CHP’nin elde ettiği muazzam başarı sebebiyle tarihi bir seçimdir.
2017 referandum sürecinde “hayır” kampanyasındaki buluşma ile başlayan, daha sonra Adalet Yürüyüşü, Adalet Kurultayı, 2018 seçimleri ile devam eden demokrasi eksenindeki büyük buluşmalar, 2019 yerel seçimlerinde daha da güçlenerek etkili bir sonuç almıştır. CHP ve İYİ Partinin ittifak yaparak girdiği yerel seçimler, aslında sadece bu iki partinin değil, demokrasi, hak, hukuk ve adalet isteyen en geniş kesimlerin ittifak yaparak bir büyük buluşmaya ve başarıya imza attığı, korkuyu ve kaygıyı yendiği seçimler olmuştur.
Nüfusu ve ekonomik hacmiyle dünyadaki birçok devletin ilerisinde bulunan Türkiye’nin kalbi İstanbul, başkentimiz Ankara ve en önemli turizm merkezlerimizden Antalya ile birlikte toplam 11’i büyükşehir 10’u il olmak üzere 21 kentin belediye yönetimini kazanan CHP’nin bu seçim başarısı, Türkiye’nin en büyük, en kalabalık, en aktif şehirlerindeki seçmenin otoriter, hukuksuz ve adaletsiz siyasal iktidara verdiği net bir cevap, bir demokrasi ve adalet talebi, CHP’nin iktidara ilerlediği yolun en önemli köşe taşlarından birini oluşturmuştur. Bu sonuçlar aynı zamanda tek adam rejimine karşı adım adım kurulan demokrasi ittifakının doğru bir çözüm olduğunu ve yaşatılması gerektiğini göstermiştir.
2019 Yerel Seçimlerinin siyasi tarihimizde unutulmayacak bir yere sahip olmasının bir diğer nedeni de CHP adayının kazandığı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminin hukuksuz ve mesnetsiz bir şekilde iptal edilip tekrar ettirilmesidir. Demokrasiyi hiçe sayan bu hukuksuz kararın ardından, bir şehrin belediye başkanlığı seçiminden çıkarak toplumsal bir meseleye dönüşen İstanbul seçimleri, yenilenen seçimde CHP adayı Ekrem İmamoğlu’nun daha da büyük bir farkla kazanmasıyla sonuçlanmıştır. Kampanya süresince CHP’yi ve Ekrem İmamoğlu’nu destekleyenlerin sloganı haline gelen “Her şey çok güzel olacak” sözü, halkın siyasi düzenin, ekonomik gidişatın, haksızlıkların, hukuksuzlukların, adaletsizliklerin düzelmesine dair umudunun sembolüne dönüşmüştür.
Hem örgüt yapısını, hem de siyaset yapma tarzını yeniden ele almayı amaçlayan parti reformu çalışmalarının sonucu olan geniş tabanlı siyaset pratiği, tek adam rejimine karşı son yerel seçimlerde önemli bir başarının temelini oluşturmuştur. CHP Türkiye’nin beş temel sorunu olarak gördüğü; demokrasi, ekonomi, eğitim, toplumsal barış ve dış politika alanındaki sorunları çözme konusunda kararlılığı ve hazırlığı ile en geniş kesimlerin desteğini alarak iktidar yolculuğunu tamamlayacak ve Türkiye’nin umudu olmaya devam edecektir.